Telefonla Sipariş: 0(544) 661 0380

Şifa Allah'tan, Macun bahane... Lakin tadı şahane.

Her Şeyde Bir Hayır Vardır

Zamanın birinde bir padişah yaşarmış. Padişah avlanmayı çok sever, sık sık avlanırmış. Padişahın aklıselim, “Her şeyin hayırlısı, her şeyde bir hayır vardır.” cümlesini dilinden düşürmeyen bir de veziri varmış. Padişahın başına bir şey gelse vezir hep “Padişahım üzülmeyin her şeyde bir hayır vardır.” dermiş. Padişah da vezire bu yüzden çok kızarmış.

Yine bir gün padişah vezirine “Bugün ava nereye gidelim?” diye sormuş, vezir bir yer tarif etmiş. Oraya gitmişler fakat avlanırken padişah elinden yaralanmış ve elini kesmek zorunda kalmışlar. Padişah vezirine kızmış, “Senin yüzünden oldu.” demiş. Vezir yine aynı cevabı vermiş “Her işte bir hayır vardır padişahım, üzülmeyin.” demiş.

Bunun üzerine padişah vezire çok kızıp, “Ben elimi kesiyorum, sen bana ‘Her işte bir hayır vardır.’ diyorsun.” deyip veziri zindana attırmış. Vezir zindana giderken yine “Her işte bir hayır vardır.” deyip gitmiş. Padişah yine öfkelenmiş, “Adamı zindana attırıyorum adam yine aynı şeyi söylüyor.” demiş.

Padişah avlanmak için az bir adamla başka insan ayağı değmemiş bir yere gitmiş, avlanırken oranın yerlileri bunları faka bastırıp, esir etmişler. Yerliler her gün bir esiri kendi inançları gereği kurban ediyorlarmış, sıra padişaha gelmiş ama onu serbest bırakmışlar. Çünkü yerlilerin inancına göre sakat veya bir yeri yaralı adamdan kurban olmazmış.

Padişah vezirini düşünüp ona hak vermiş. Hemen ülkesine dönüp vezirini serbest bıraktırmış. Ama yine soruyu sormuş “Hadi benim elimin kesilmesini anladık, peki senin zindana girmendeki hayır nedir?” demiş.

Vezir de “Ben zindana girmeyip sizinle gelseydim, yerliler şimdi beni de kurban etmiş olacaklardı demiş.”

Verdiniz mi ki?

Temel arabasıyla Trabzon’da ilerlerken kırmızı ışık ihlali yapmış. Polis anons ile Temel’i durdurmuş. Polis Temel’den ehliyet isteyince Temel cevap vermiş :

– Ula ehliyet verdunuz mi de isteysunuz?

Sus Gönlüm

Sus gönlüm! Bütün bu susmalarına karşılık her şeyin hayırlısının olacağına inanarak sus.

Nasip

Nasibinde varsa alırsın karıncadan bile ders. Nasibinde yoksa bütün cihan önüne serilse sana ters.

Pire Deneyi

Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görmüşler,bir grup pireyi alıp 35 cm yüksekliğindeki cam bir fanusun içine koymuşlar, tavanını da cam ile kapatmışlar, altına ise metal koyup ısıtmaya başlamışlar.
Isınan metalin etkisiyle sıcaklaşan taban nedeniyle pireler zıplamaya başlamış, zıpladıkça pireler tavana çapıyorlarmış ama yinede zıplıyorlarmış. Bir süre sonra pireler camın ne olduğunu bilmedikleri için ama bir yerlere vurdukları için 35 cm zıplamaya başlamışlar artık kafalarını cama vurmuyorlarmış ama zıplıyorlarmış.
Bir müddet sonra bilim adamları tavandaki camı kaldırmışlar ama pireler hala 35 cm zıplıyorlarmış.
Pireler artık kafalarını cama vuracaklarını düşündükleri için 35 cm den fazla zıplamıyorlarmış.

İnsan hayatı da böyledir. İnsan bazen engelleri aşmak için çaba sarf eder ama aşamaz. Birkaç denemeden sonra bıkar ve denemeyi bırakır, engeller ortadan kalksa bile başaramayacağını düşünür ve denemez.
O yüzden inandığınız hiçbir şeyden vazgeçmeyin, belki engelleriniz kalkmıştır.

Hiç

Mevlana, “Muhammedî” ahlakın temsilcisi olduğu için kendi benliğini silmiş ve varlık iddiasından geçmiştir. Hem de nasıl bir geçmedir bu… Ne gurur, ne benlik, hatta ne de varlık kalmıştır.

 Öyle mütevazidir ki şöyle haykırır:

 “Sarığıma, cübbeme, başıma, bu üçüne birden paha biçtiler. Her üçünü birden değerlendirdiler de bunlara bir kuruştan daha az fiyat biçtiler.”

 “Sen dünyada benim adımı hiç mi duymadın? Ben bir hiçim, hiçim, hiçim!..”

 Mevlana, onca ilim ve irfan derinliğine rağmen, kendini “hiç” olarak görüyor.

 Peki bizler kendimizi nasıl görmeliyiz?

 Eskiden duvarları çokça süsleyen bir hat eseri vardı. Bu levha, hat sanatının en güzel örnekleri olarak duvarlarda yerini alır, gönülleri titretirdi. Bu levhalar üç harften ve kısacık bir kelimeden meydana gelirdi.

 Tahmin etmişsinizdir; bu levhalarda “hiç” yazardı.

 İnsanlar bu yazıyı okudukça kendilerinin ve içinde yaşadıkları dünyanın fâniliğini, gelip geçiciliğini hatırlayıp iç dünyalarına çeki düzen verirlerdi.

 Evet, maddî hayatın sonu, gerçekten de hiçlikti, hiçti. Devam eden, sona ermeyen, hep süren, manevî varlığımızdır. Dolayısıyla, nasıl olsa sona erecek olan maddî varlığımız, sona ermeden önce onun hiçliğini düşünmek ve ona göre hazırlanmak gerekir.

 Bu sebeple de Efendimiz, “Ölmeden önce ölünüz, hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” Buyurmuştur.

 Hazreti Mevlana bu levhayı kendi gönül duvarına asmış da dünya âleme ilân etmektedir:

 “Ben bir hiçim, hiçim, hiçim!…”

 Kulluğu hayatın gayesi ve şerefi bilen bu insanda benliğin, bencilliğin, gururun zerresi bulunabilir mi?

 Mevlana bu hususta niçin böylesine hassastır?

 Sebebi çok önemlidir:

 “Sen sende oldukça ve sen kendine taptıkça, senden sana yol vermezler. Senin varlığın ve kendini bir şey sanman sende bulundukça, huzuru bulurum zannetme. Çünkü sen hâlâ benlik putuna tapmaktasın.”

 İnsanların bir kısmı zenginlikleriyle, bir kısmı makamlarıyla, bir başka kısmı ilimleriyle övünürler. Bunların yanı sıra daha birçok gurur konusu vardır: Kuvvet, güzellik, meslek ve marifet, ahlak üstünlüğü, hatta ibadet çokluğu…

 Aslında bunları Allah’tan bilmek gerekir. Yapan yaptıran, Allah’tır; insan vesiledir. Başarısından dolayı gururlanmak ve üstünlük taslamak değil, yaptırana, nasip edene şükretmek zorundadır.

 Ancak sahip olduklarını, kazandıklarını, başarılarını kendilerinden bilenler, gizli şirk içindedirler. Yani örtülü biçimde, kendini Allah’a ait sıfatlara ortak olarak görmektedir.

Mevlana ve Çocuk Sevgisi

Mevlana, çocukları da çok severdi. Bu sevgiyi Konya’nın çocukları iyi bilirdi.
Bir gün Mevlana bir mahalleden geçiyordu. Sokak arasında kaydırak oynayan çocuklar onu görünce hemen koşup etrafını aldılar, elini öptüler, duasını aldılar.

Mevlana onlarla tek tek ilgilendi, iltifat etti.

Bu sırada çocuklardan biri, ne yarım kalmışoyunundan vazgeçebiliyor, ne de Mevlana’nın muhabbetinden mahrum kalmak istiyordu.

Oyununu sürdürürken seslendi:

“Mevlana, azıcık bekle de ben de elini öpeyim!”

Mevlana bekledi. Çocuk oyununu bitirip gelinceye kadar orada durdu. O çocuğu da selamladı, başını okşadı, gönlünü hoş etti.

Böylesine engin ve zengin gönüllü idi. Büyük küçük demeden herkese açılmış bir gönülden ibaretti. Çünkü o, “Çocuklarınızla çocuklaşın.” diyen bir güzeller güzelinin sevdalısıydı. Ve onun gibi, kollarını geniş açmış, bütün çocukları çocuk bilmişti.

Madem ki..

Madem ki kendinde bir dert veya pişmanlık hissediyorsun; bu, Allah’ın sana olan yardımının ve sevgisinin bir delilidir.

Çeviri »